Yeni Türk Edebiyatı


Yeni Türk Edebiyatı

Yeni Türk Edebiyatı

   İlk Türkçe yazılı metinler Köktürkler tarafından 8.yüzyılda Moğolistan'da dikilen Orhun Kitabeleri'dir. Daha öncesinde dahi bir edebî gelenekleri olan Türkler, yüzyıllar boyunca farklı edebiyat geleneklerinden geçmişlerdir. Türk Edebiyatı; günümüzde kabul edilen hâliyle İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı, İslamiyet Etkisiyle Gelişen Türk Edebiyatı ve Batı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı olmak üzere üç ana başlıkta toplanmaktadır. Yeni Türk Edebiyatı, bu üç başlıktan "Batı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı" nın içinde oluşmuştur.

   Bu başlık altında; Tanzimat Dönemi edebiyat anlayışından günümüze kadar gelmiş olan edebi anlayış her yönüyle incelenecektir. Sınıflandırmalarımız dönem bazlı oluşturulacaktır. İçeriklerimiz için beklemede kalın!


TANZİMAT DÖNEMİ EDEBİYATI GENEL BAKIŞ VE DÖNEM ÖZELLİKLERİ

   Tanzimat Edebiyatı, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ortalarında başlayan ve Batılılaşma hareketleriyle paralel gelişen bir edebi dönemdir. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı, yalnızca siyasi ve idari bir reform sürecinin başlangıcı olmakla kalmamış, aynı zamanda toplumsal ve kültürel yaşamda da köklü değişikliklerin kapısını aralamıştır. Bu bağlamda Tanzimat Edebiyatı, geleneksel divan edebiyatının kurallarını sorgulayan, birey ve toplum ilişkisini merkeze alan, yenilikçi ve toplumcu bir anlayışın ürünü olarak doğmuştur.
Osmanlı Devleti yükselme devrinde kendi uygarlıklarının Batınınkinden daha
üstün olduğuna inanmış ve batıda olan yenilik ve reformlara kayıtsız kalmıştır. Batı ile olan ilişkiler sadece siyasal alanda olmuş. Bunun dışında kültürel ve bilimsel hiçbir konuyla ilgilenmemiştir ama 17. yüzyıl sonu ile 18. yüzyıl başlarında ardı ardına gelen mağlubiyetler ve bunun sonucunda gelen toprak kayıpları Osmanlıyı düşüğü gaflet uykusundan uyndırmış ve önemsemedikleri Avrupa’nın kendisinden kat kat önde olduğunu fark etmiştir.

 Gerileme dönemine giren Osmanlı, Batının askerî teknolojisinin savaşın sonucunda oldukça etkili olduğunu anlamış ve askerî teknolojiyi öğrenip kendi sistemlerine uygulayabilmek için Avrupa’ya elçiler göndermeye başlamıştır. Batının Osmanlı karşısındaki bu siyasal üstünlük bir süre sonra kendini farklı alanlarda da göstermiş ve zaman içinde halka da bu üstünlük yansımış olacak ki halk arasında Batı özellikle Fransız taklitçiliği yayılmaya başlamıştır. Osmanlı aydınları Batıya gidip orada öğrendikleri her bilgiyi Osmanlı Devleti’nde uygulamaya  çalışmış ve bunun için pek çok uğraş vermiştir. Bu arada Osmanlı her geçen gün biraz daha kötüleşip toprak kaybetmeye devam etmiştir. Osmanlı’nın bu kötü durumundan faydalanmak isteyen Avrupalı devletler azınlıkları bahane ederek Osmanlı’nın iç işlerine müdahale etmeye başlamışlar ve hatta tüm kontrolü ellerinde bulundurmuşlardır. Gerekli gördükleri yerde azınlıklara ayrıcalık verilmesini isteyerek sözde yenilik altında pek çok hak elde etmişlerdir. Bunlardan biri de 1839’da 2. Mahmut’tan sonra tahta çıkan Abdülmecit, Reşit Paşa’nın da etkisiyle yayınlanan Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayun) adlı siyasal içerikli bir fermandır. Bu nedenle 1839’da başlayan bu döneme Tanzimat Dönemi denir.

 Tanzimat Fermanı’nda halkın can ve mal güvenliği, kanun önünde eşitlik, mülkün miras olarak bırakılabilmesi, alınacak vergilerin adaletli olması gibi maddeler yer alıyordu. Bu maddelerin Osmanlı ayanları tarafından ortaya atılmasındaki amaç, gerileme dönemi yaşayan Osmanlı’yı bir bütün olarak ayakta tutabilmekti. Aynı zamanda ortaya çıkan Fransız İhtilali’nden sonra bu fermanın yayınlanmasının altında yatan asıl sebep de buydu: Osmanlı gibi çok uluslu bir devleti ‘’milliyetçilik’’ akımının etkisinden kurtarmaktır. Yapılan bu fermanla halka daha fazla hak, adalet ve eşitliğin getirilmeye  çalışıp orta yolun bulunmasıyla kısa süreliğine de olsa bir başarı sağlanmıştır.Tanzimat Fermanı’nın Müslümanlara yönelikten ziyade gayrimüslim halka hitap etmesi, gayrimüslim halkın yapılan yeniliklerden memnun olmaması ve bunların yanında kendilerini Osmanlı’daki azınlıkların haklarını korumakla sorumlu olan Avrupalı Devletlerin de yapılan yeniliklerden memnun olmayarak baskılarına devam etmeleri Osmanlı Devleti’ni tekrar başa döndürmüştür. Tanzimat Fermanı Avrupa devletlerinin Osmanlı’yı elde etmek için çabaladıkları bir dönemde onlara karşı tedbir olarak uygulamaya çalışmış ancak bu tedbir yukarıdaki sebeplerden ötürü başarıya ulaşamadığı gibi Avrupa’nın Osmanlı için planladıklarının işleyişini de kolaylaştırmıştır. Bu yoğun dönemde yeni bir grup meydana gelmiştir. Yeni Osmanlılar adlı bu rejim muhalefetleri ilk kez 1860 yılında Tanzimatçıların yetersiz olduklarını dile getirmişlerdir. Onlara göre devletin bu kargaşadan kurtulması için kişisel egemenlikten (mutlak krallıktan) vazgeçilmeli, gerekirse halk padişahtan daha üstün görülmesiyle sağlanabilirdi. Yine onlara göre Tanzimat daha geniş şekilde desteklenmeli ve Tanzimat’ta yer alan maddeler çerçevesinde yönetim denetlenmelidir. Yeni Osmanlılar bu düşüncelerini uygulayabilmek için büyük bir mücadeleye girmişler ve sonunda da Abdülaziz’i tahttan indirmişlerdir. Sonunda Tanzimat amacına ulaşamamış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.  (Nilay ATAÇ, Buket MUTLU, Ayşe Nur ÖZDEMİR, Pınar LİMANLIK; Tanzimat Dönemi)


DÖNEMİN GENEL ÖZELLİKLERİ

Toplumsal ve Siyasal Değişimin Edebiyata Yansıması

Tanzimat Edebiyatı, Osmanlı toplumunun modernleşme sürecinde yaşadığı çalkantıları ve değişimleri yansıtır. Batı'dan alınan fikirler doğrultusunda özgürlük, adalet, eşitlik, vatan, hak gibi kavramlar edebiyatta sıkça işlenmiştir.

Batı Edebiyatının Etkisi

Özellikle Fransız edebiyatından etkilenilmiştir. Voltaire, Rousseau, Montesquieu gibi Aydınlanma düşünürlerinin fikirleri, dönemin yazarları üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Roman, tiyatro ve makale gibi Batı kökenli türler ilk kez bu dönemde Türk edebiyatına girmiştir.

Dil ve Üslup Özellikleri

Dönemin yazarları, halkın anlayabileceği sade bir Türkçe kullanmayı amaçlamış olsalar da, bu amaç tam anlamıyla gerçekleştirilememiştir. Yine de, divan edebiyatının ağır ve süslü diline karşılık daha yalın ve anlaşılır bir üslup benimsenmiştir.

İlklerin Dönemi

Sanatın Toplum İçin Olması Anlayışı

Tanzimat yazarları, edebiyatı toplumu eğitme ve bilinçlendirme aracı olarak görmüşlerdir. Bu nedenle eserlerde didaktik (öğretici) bir yön ağır basar. Yazarlar, okuyucunun hem bilgi hem de ahlak açısından gelişmesini hedeflemişlerdir.

İki Döneme Ayrılması

Tanzimat Edebiyatı genellikle iki döneme ayrılır:

Birinci Dönem (1860-1876): Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi yazarlar yer alır. Bu dönemde sanat toplum içindir anlayışı hâkimdir.

İkinci Dönem (1876-1896): Recaizade Mahmut Ekrem, Samipaşazade Sezai, Nabizade Nazım gibi isimler vardır. Bu dönemde bireysel konulara, estetik ve sanat kaygısına daha fazla önem verilmiştir.


BİRİNCİ DÖNEM TANZİMAT EDEBİYATI

Divan edebiyatını eleştirmelerine rağmen onun etkisinden kurtulamamışlardır. Vatan millet, hak adalet, özgürlük gibi kavramlar ilk defa bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Batılı anlamda ilk esereler bu dönemde verilmeye başlanmıştır. Toplumu bilinçlendirmek için edebiyatı bir araç olarak görmüşlerdir. Dilin sadeleşmesi gerektiğini söylemişler ancak pek başarılı olamamışlardır bu konuda. Roman, modern hikâye, tiyatro, gazete, eleştiri, anı bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemin sanatçıları aynı zamanda devlet adamı sıfatı da taşıyorlardı. Klasizim(Şinasi, A.Vefik Paşa) romantizm (N. Kemal, A. Mithat)den etkilenmişlerdir.

İKİNCİ DÖNEM TANZİMAT EDEBİYATININ ÖZELLİKLERİ

Sanatçılar: Abdulhak Hamit Tarhan, Recaizade Mahmut Ekrem, Samipaşazade Sezai, Nabizade Nazım, Muallim Naci Bireysel konulara dönülmüştür. Sanat, sanat içindir, görüşü benimsenmiştir. Dil oldukça ağırlaştırılmıştır. Tiyatro eserleri oynanmak için değil okunmak için yazılmıştır. Realizm ve natüralizm baskın akımlar olarak göze çarpar.

Tanzimat Dönemi Edebiyatı’nın Genel Özellikleri

1) Tanzimat edebiyatının hazırlık dönemi, Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla başlar Tercüman-ı Ahval gazetesinin yayımlanmasına kadar sürer.

2) Tanzimat edebiyatı 1860’ta Tercüman-ı Ahval gazetesinin yayımlanmasıyla başlar, 1896’ya kadar sürer.

3) Batı’dan alınan roman, hikâye, tiyatro, eleştiri, makale gibi türler ilk kez Tanzimat döneminde kullanılmaya başlanmıştır.

4) I. Topluluk sanatçıları Fransız Devrimi’nin etkisiyle tüm dünyaya yayılan vatan, millet, adalet, eşitlik, hürriyet gibi kavramları işlemişlerdir.

5) I. Topluluk sanatçıları “toplum için sanat”; II. topluluk sanatçıları “sanat için sanat” anlayışıyla hareket etmişlerdir.  I. Dönem sanatçıları sanatın amacını toplumu eğitmek olarak gördükleri için yalın bir dili savunmuşlar; ama bunda başarılı olamamışlardır; II. dönem sanatçılarında dilde sadeleşme amacı yoktur.

6) Tanzimat edebiyatında klasisizmden etkilenmeler olmuşsa da romantizmin ağırlığı görülür; Tanzimat II. dönemde realizmden de etkilenilmiştir.

7) Tanzimat edebiyatında gazete aracılığıyla edebi, sosyal ve politik alanlarda yeni düşünceler sunulmuş; makale tiyatro gibi edebi türlerin ilk örnekleri gazetelerde verilmiştir.

8) Tanzimat edebiyatı sanatçıları çok yönlü sanatçılardır. Hem yazar hem şair hem devlet adamı hem de gazetecidirler.


TANZİMAT DÖNEMİ VE HİKÂYE

Tanzimat Dönemi’nde hikâye meselesine geçmeden önce ilk olarak “edebiyat” kavramına değinmemiz gerekir. Edebiyat, Arapça “iyi ahlâk, terbiye, nezaket, utanma, yöntem, kural, davet” gibi anlamlara gelen “edeb” kökünden gelir.

Şinasi bu konuda “Fenn-i edeb bir marifettir ki insana haslet-âmûz-ı edeb olduğu için edeb ve ehli edîb tesmiye olunmuştur.” yani, “Edebiyat sanatı, insanlara iyi huy öğreteceği için ‘edeb’ olarak adlandırılmıştır. Onunla uğraşanlara da bu işlevi dolayısıyla ‘edîb’ denilir.” der. Nitekim “edebiyat” terimini ilk kullanan da Şinasi olmuştur.

Öte yandan Recaizâde Ekrem, Talim-i Edebiyat eserinde; edebiyatın fikri terbiye ettiğini, vicdanı arıttığını, ahlâkı zenginleştirdiğini zihni aydınlattığını kabul etmekle beraber, bir şairin şiirini ahlâk dersi vermek için söylemeyeceğini savunur (Kocakaplan, 2009).

Bu iki görüşü anladıktan sonra Tanzimat edebiyatının iki dönemde incelenme nedenini de anlayabiliriz. Bu yazımızda biz hikâye yeterince gelişen bir tür olmadığı ve hakkında bahsolunacak pek bir şey bulunmadığı için Tanzimat Dönemi’ni ikiye ayırarak incelemeyeceğiz.

Gelelim bu döneme neden bir fermanın adının verildiğine. Bir edebiyat döneminin siyasî bir olayla adlandırılması, kimilerince yadırganabilir. Ancak edebiyat, insan ve toplumla doğrudan ilişki içerisinde olan bir alan olması itibarıyla elbette ki insandan ayrı tahayyül edilemez. Edebiyat dönemlerini anlamak, o dönemdeki insanların hayatlarını anlamaktan; o dönemin şartlarını bilmekten geçer.

Türklerin ilk edebî yazılı eserleri kabul edilen Orhun Yazıtları’ndan günümüze kadar, bir metni anlamak için dönemin koşullarını anlamak gerektiği açıktır (Orhun Yazıtlarını detaylı okumak için bknz: Tekin, 1998. Orhon Yazıtları). İnsan yaşadığı coğrafyadan, siyasî ve sosyal olaylardan ayrı; münferit bir varlık değildir. Onun içindir ki siyasî bir olayla bir edebî dönemi kastetmek şaşılacak bir durum olmaz.

Özellikle Türkler, girdikleri kültür dairelerine göre, kabul ettikleri dine göre alfabe ve yazı sistemlerini değiştirmişlerdir. Bu konuyu Ziya Gökalp, Kızılelma’sında

“Çok yerleri biz fethedebilmişiz;

Her birinde manen fethedilmişiz.”

diyerek eleştirmiştir (Enginün, 2006).

Türk edebiyatı tarihinin kurucusu kabul edilen Fuad Köprülü, edebiyat tarihini üç ana döneme ayırmıştır:

  1. İslamiyet öncesi Türk edebiyatı

  2. İslamî dönem Türk edebiyatı

  3. Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatı

Bu tasnif günümüzde hâlâ literatürde kabul gören tasniftir. 

Edebiyat dönemlerinin üçüncü ana kolunun alt dallarından biri olan Tanzimat Dönemi edebiyatına bu ismin verilmesini kabul edenler kadar kabul etmeyenler de olmuştur. Örneğin “Ömer Faruk Akün, “Ne bunda [Tanzimat Fermanı] ne de onun açıklaması ve teyidi yolunda daha sonra çıkarılmış hatt-ı hümayunlarla resmî hükümet yazılarında kültürle ilgisinden ve edebiyata tesirinde bahsolunabilecek herhangi bir hedef ve temenni yer almış değildir.” demekte ve [...] Tanzimat edebiyatı içinde gösterilen yazarların yaptıklarını “Tanzimat edebiyatı” diye değil; “Edebiyat-ı Cedide” diye nitelendirdiklerini belirtir.” (Enginün. 2006).

(Tanzimat Fermanı’nı okumak için bknz: https://cdn.tbmm.gov.tr/TbmmWeb/Yayinlar/Dosya/37e7ee6c-8e27-4799-9c66-9156c92d92b0.pdf)

Ancak unutulmamalıdır ki bu dönem isimleri, hâli hazırda o dönemin sınırları içerisindeyken değil; yıllar sonra bu dönemleri araştıran ve bunlar hakkında düşünen kişilerce verilmiştir. O dönem için “yeni” olan edebiyata, dönemin ediplerinin “yeni edebiyat” anlamına gelen “edebiyat-ı cedide” demeleri doğaldır. 

Peki neden “Batılılaşma”?: Orhan Okay Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı adlı eslerinde bu kavramın, “teceddüd, temeddün, asrîleşmek, Avrupaî olmak, muasırlaşmak, Garplılaşmak, yenileşmek, çağdaşlaşmak, modernleşmek” gibi farklı terimlerle karşılandığını ancak bu kavramlarda pusulanın daima Batı’yı gösteriyor olmasının dikkat çekici olduğunu söyler.

Batılılaşmanın, Tanzimat ile başladığı kabul edilse de esasen bundan yüz elli yıl kadar önce, Karlofça Antlaşması ile Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek; Batılılaşmanın ilk ayak sesleridir, diyebiliriz. 

Bu antlaşmadan yirmi iki yıl sonra Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Paris’e elçi olarak gitmiş; orada gördüklerini kaleme aldığı sefaretnamesi ile Osmanlı aydınını Batı medeniyeti ve bu medeniyetin üstün tarafları ile tanıştırmıştır (Okay, 2005).

Ahmet Hamdi Tanpınar da XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi eserinde Osmanlı İmparatorluğu’nun, Batı kültür dairesine girdiğini şu sözlerle ifade eder:

“Mahmud II’nin 1839 tarihli ölümü üzerine yerine çıkan Abdülmecid Han’ın zamanında ilân edilen Gülhane Hattı ile (3 Teşrin-i sâni 1838 Pazar günü) cemiyet hayatında yeni bir devir başlar. Bu ferman, tarihini kısaca anlatmaya çalıştığımız yenileşme hareketinin ikinci zaferiydi. Onunla imparatorluk, asırlar içinde yaşadığı bir medeniyet dairesinden çıkarak mücadele ediyor, onun değerlerini açıkça kabul ediyordu.” (Tanpınar, 1956).

Tanpınar’a göre bu ferman ile hükümdarın kendi haklarını sınırlaması ve insan hukukunu yeni bir safhaya sokması, imparatorluğun Fransız İhtilâli’nin ana fikrini kabul ediyor oluşuydu.

Böylece devlet kendini Batı’ya açmış; Batı hayatının unsurları taklit ve moda ile gündelik hayata da girmiştir. 

Tüm bunlar neticesinde Batı’dan etkilenen Türk aydınlar, oradan aldıkları yeni şekilleri Türk edebiyatına sokmuşlardır. Bu aydınların başında “ilklerin adamı” Şinasi gelir. 

Hikâye türünün edebiyatımıza Batı’dan girdiğini söyleyenler olmakla birlikte genel kabul hikâyenin eskiden beri gelenekte destan, masal, halk hikâyesi, mesnevi gibi şekillerle var olduğu; roman türünün yeni bir tür olduğu şeklindedir. Bazı düşünürler mesnevinin şiirin bir kolu olması dolayısıyla hikâyenin atası sayılamayacağı kanaatindedir.

Hikâyenin geleneğimizde var olması, romanın ise yeni bir tür olması zaman zaman hikâye ve roman adının karışmasına vesile olur. Küçük hikâye (yani modern hikâye) türüne aşina olmayan Türk aydınları için bu dönemde sadece büyük hikâye (uzun hikâye) yahut roman vardır ve bu dönemde her ikisinin de adı uzun süre “hikâye” olarak kalmıştır. Hatta öyle ki Servet-i Fünun Dönemi’ne gelindiğinde, Halid Ziya roman türünün tarihi ve özellikleri üzerine yazdığı eserinin adını “Hikâye” koyacaktır (Okay, 2005).

Hikâyenin tanımı ders kitaplarında genellikle şu şekildedir: “Gerçek veya tasarlanmış, yaşanması mümkün olan olayları; yer, kişi ve zamana bağlı olarak, okurda heyecan ve zevk uyandıracak biçimde anlatan kısa edebiyat türüdür. Hikâyede genelde tek olay anlatılır, kişi sayısı azdır. Kahramanların bir yönü üzerinde durulur, zaman ve mekânın anlatımında ayrıntıya girilmez.”

Bu elbette ki günümüzde artık yetkinleşen, tam anlamıyla oluşan ve sistematikleşen hikâyenin tanımıdır.

İlk hikâye örneği İtalyan yazar Boccaccio’nun Dekameron adlı eseridir. Bu tür edebiyatımızda ilk örneklerini 1870’li yıllarda verir. 

Okay, şiirde hatta tiyatroda Batı örneklerinin tesiri ve Şinasi’nin ilk denemeleriyle içerikte ve şekilde başlayan değişmenin hikâyede geç olduğunu söyler (Okay, 2005). 

Edebiyatımızdaki hikâyenin ilk örnekleri, Giritli Aziz Efendi’nin Muhayyelât-ı Aziz Efendi’si, Emin Nihad Efendi’nin Müsameretname’si ve bilindiği üzere  Ahmed Midhad Efendi’nin Letaif-i Rivayât’ıdır. 

Giritli Aziz Efendi’nin yazdığı eser, klasik hikâye çizgisi içinde ortaya çıkan değişmenin ilk örneği olarak dikkat çeker. Bu eser, klasik hikâyenin bazı unsurlarını taşımakla birlikte bazı yanlarıyla da bu çizgiden ayrılır. Sade bir dille yazılmış olması  bazı bölümlerinde mekân anlatımının coğrafî gerçekliğe uygun düşmesi, “üslupta yer yer basmakalıptan kurtulma gayreti, bazı yerlerde hikâye kahramanlarının sosyal durumlarına uygun şekilde konuşturulma dikkatinin bulunması [..] onun modern hikâye ve romana bakan yüzüdür.” (Gariper, 2004; Kahraman,1998).

Müsameretname, Emin Nihad Bey’in on iki cüzde topladığı yedi hikayesini ihtiva eder. 1872-1875 yılları arasında yayımlanmıştır. Bu hikâyelerden en kısası 54, en uzunu ise 210 sayfa uzunluğundadır. Bu ilk örnekler; roman denilecek yapıya sahip değillerdir ancak hikâye olacak kadar kısa da değillerdir. Bundan mütevellit Okay bunlara “uzun hikâye” demiştir.

Müsameretname ile hemen hemen aynı zamanda yayaımlanmaya başalyan Letaif-i Rivayât ondan daha uzun ömürlü ve daha şöhret sahibi olmuştur. Müsameretname’deki hikâyelerin az çok birbirine benzer özellikleri bulunmasına karşılık Letaif-i Rivayât’taki hikâyelerin değişik özellikleri gündeme getirdiği görülebilir. Bunda Ahmed Midhad’ın giderek ustalaşması ve hikâyelerin 1871-1894 yılları arasında çok uzun yıllar yayımlanması bir etkendir. Bu kadar uzun süreye yayılmış olan hikâyelerde bir anlam ve üslup bütünlüğü aramak hatalı bir yaklaşım olur.

Kitap sayısı olarak yirmi beşi bulan Letaif-i Rivayat dizisi arasında 30-40 sayfalık uzun hikâyelerden 200 sayfayı aşan roman çapında eserlere hatta tiyatroya kadar çeşitli türlerde telif ve tercüme eser vardır (daha detaylı bilgi için bknz: Okay, 2006. Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, s. 92).

Bunlar hikâye türünün öncüleri olsalar da Batılı anlamda ilk hikâye örneği Samipaşazade Sezai tarafından yazılan Küçük Şeyler isimli eserdir. 

Tanzimat Dönemi’nde hikâye henüz gelişmemiş, yetkinleşmemiş bir tür olarak karşımızdadır. Asıl hikâye örnekleri Servet-i Fünun ve Milli Edebiyat dönemlerinde yazılmış olup bu türle ilgili detaylı bilgi bu dönemlerde verilecektir.

Yorum Bulunamadı !

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Sosyal Medya Platformlarımız

Birlikte daha güçlü adımlar atmak için desteğinize değer veriyoruz.